top of page

LEMON SQUEEZY

Arts, Crafts & Motherhood

Search
  • Writer: Ahmet Sami
    Ahmet Sami
  • Apr 8
  • 4 min read

Dershanem kapatılmasın yazdık, TT olduk; kapattılar.

Özgür basın susturulamaz yazdık, TT olduk; susturdular.

İşkence insanlık suçudur yazdık, TT olduk; işkence ettiler.

Adil yargılanmak haktır yazdık, TT olduk; adil yargılamadılar.

Hastalar serbest bırakılsın yazdık, TT olduk; plastik sandalyede öldürdüler.

Yusuflar, Ahmetler tedavi olsun yazdık, TT olduk; Yusuflar da Ahmetler de melek oldu.

Sosyal soykırıma hayır yazdık, TT olduk; Galata Kulesi’nden aşağıya süzülerek soyumuz kırıldı.

Enkaz altındakine ses olduk yazdık, TT olduk; enkaz altında soğuğa mahkûm ederek öldürdüler.

"Susma, sustukça sıra sana gelecek" yazdık, TT olduk; sıra onlara geldiği hâlde sesimizi duymadılar.



12 senedir TT oluyoruz da ne oluyor? Yüzlerce arkadaşımızın binlerce mikro blog hesabı oluyor da ne oluyor? TT olarak bir avuç insanın hayatına dokunabildik mi? Sanal bir dünyada TT olduk diye sevinirken o ara on binlerce insanın başına neler geldi, neler yaptılar? Hayatın içinde zaten yaşadığımız acı gerçekleri bir de her birimiz ayrı ayrı yazarak ne elde ettik?


“Neden biz böyle bir akla düştük?” demiyorum. Düştük, yüzlerce kez denedik. Birçoğumuz denedik ve büyük bir çoğunluğu aslında gelmesi gerektiği noktaya da geldi. Dişe dokunur bir netice alamadığımız hâlde neden bu kadar insanımızın mesaisi, 12 senedir toplamda yüz binlerce saatimizi harcadığımız hâlde neden bu ısrar?

Neden Viyana’da on kişi, Varşova’da beş kişi, Utrecht’te üç kişi, New Jersey’de dokuz kişi, bilmem daha yüzlerce kentte sadece birbirine ses duyurabilen binlerce kişi her gün iki saat telefon başında, bilgisayar başında, tablet başında boşa kürek çekiyor?

Kaç sene daha geçince sorgulamaya başlayacak bu kalanlar?

Olmuyor işte.O yüzlerce kişi böylesine lağım bir mikroblog sitesine kanalize olup enerjisini tüketmesiyle olmuyor.Şapkamızı önümüze alma vakti gelip geçeli çok oluyor.Kalıcı ve etkili bir çare olmadığı gibi, günün sonunda kendi içinde “etkileşim derdi olsun, görünürlük derdi olsun, kiminin liderlik derdi olsun” gibi hastalıklarını ön plana çıkartıp bizi bizle imtihan etmekten başka ne işe yarıyor?


Düzene giren şeyler hiç mi olmadı peki?

Oldu…

Hiçbir işe yaramayacağını bildiğimiz hâlde, önümüzdeki haftanın başlıklarını belirleyecek insanların bir araya gelip vakit öldürdüğü Zoom toplantıları düzene girdi mesela.

Düzene giren şeyler, TT olduğumuz taleplerimizin düzenli bir şekilde yerine getirilmemesi oldu.

Düzene giren şeyler, yediği dayağın etkisiyle sersemleşen ve feryat eden insanlara “sus, yeri değil” demek oldu; kendi hâline bırakamamak oldu.

Düzene giren şeyler, sürekli dört harfli nefretini kusan, altına kaçırmış insanlara binlerce kez anlatıldığı hâlde “bir kez de ben gideyim, yazayım, Berna Hanım belki insaf eder” sonsuz döngüsüne girmek ve onun gibilere para kazandırmak oldu.

Düzene giren şeyler, gerçekte kim olduğunu bilmediğimiz, yaşadığı manik ataklar nedeniyle iyi sandığımız bir URL arkasındaki kişiyi arkadaşlarımızın başına “bu iyi adam” (çünkü ömrünün iki dakikasında ona iyi davrandı) diye kefil olup bela etmek oldu.

Düzene giren şeyler, umutsuz ev insanlarının afraları, mutsuz evli insanların tüm özel hayatını yüzlerce kişiye anlatması, bekar kalmış, dul kalmış, kafası karışmış insanların duygusal boşluklarının istismar edilmesi oldu.

Düzene giren şeyler; defalarca açtığı yayınlarda sevdiğimiz büyüğümüze hakaret ettirmekten, iftira attırmaktan utanmayan ve bunu bu ufuk çizgisini düzeltmek için yaptığını söyleeyen mantık ve akılla dalga geçen merkeplere gidip etkileşim verip laf anlatmaya çalışmak oldu.

Düzene giren şeyler, sözüm ona akademisyen, gazeteci, yok bilmem neci olan; gittiği ülkenin dilinde 10 senedir düzenli yayınlar yapmayı başaramamış insanların takipçisini artırmak oldu.

Düzene giren şeyler, zamanında yazıp çizdiğiyle gönlümüzde taht kuran insanların da günün birinde gözümüzden düşüp yaşattığı hayal kırıklıkları oldu.

Düzene giren şeyler, bu daireden ayrılıp gidip aslında tam da gidemeyip kapıda havlayan köpeklere, işe yaramayacağını bile bile ısrarla cevap vermek oldu.

Düzene giren şeyler, bir sürü unvanlı, bilmem kaç yüz bin takipçili davarların her iki üç ayda bir zalimin öldüğü asparagus haberleri oldu ve her seferinde utanmadan kavurduğu helvayı anlatması oldu.

Düzene giren şeyler, “hesabım tehlike altında, etkileşimim kısıtlanıyor, şikâyet ediliyorum” diyen narsist insanların takipçisini artırmak oldu.

Düzene giren şeyler, düzenli aralıklarla “Mutlu musun Hilal?” mesajları oldu.

Düzene giren şeyler, kavgalar ve sonu gelmez dedikodular oldu.



Sabahlara kadar da konuştuk, günlerce de yazdık, aylarca da gündemde tuttuk da…

Günün sonunda ne bir ateist tekrar dine döndü bu lağımda,ne bir iftiracı iftirasından geri adım attı,ne bir dezenformasyon yayan istihbaratçı yaptığından utanıp çekip gitti,ne de takipçi sayısı 750 bin, 1 milyon oldu diye rejim bir gazeteciden rahatsız oldu da geri adım attı.

Sözüm bu anladığımız yolculuğun, o mübareğin çizdiği ufuk çizgisine doğru yürüyen yolcuların tamamına değil. Az çok bilen, gören insanlar varsa, en azından ayda bir kez, haftada bir kez karşılaşan insanlar varsa içimizde hâlâ, biliyorlar ki onlar deli gibi koşturuyorlar.Bu malum sitede kalanlar bir su bardağının dibinde kalmış damla kadar bile değiller. Zaten hâlâ beklenti içinde kalan o son damlaya sözlerimin hepsi.

Artık bu sanal lağıma harcanan enerjiyi;

  • Yan binadaki Alman komşumuza,

  • Yeni gelmiş ailenin ortaokula giden çocuklarına,

  • Bulunduğumuz yerdeki yetkili, seçilmiş insanların kapısını aşındırmaya,

  • Geride kalıp çıkmak isteyen kişilere rehberlik etmeye,

  • Yerinde kalmak isteyip biraz nefes almak isteyene nefes olmaya

harcasak — ki bunların çevremizden ne kadar güzel yapıldığını görüyoruz —

Tweetleri iki katına çıkaracağımız kadar bu eylemlerimizi katlayabilsek, Mahallemizin papazına, imamına, muhtarına, kentimizin vekiline bir gidiyorsak iki gitsek,Hiçbir gazetecinin takipçi sayısını artırdığımız için zulmün sona ermeyeceğini anlasak, Bildiğimiz en iyi işi yapıp düzgün yaşayıp çevremizde merak uyandırsak, Birileri yakamızdan tutsa, sarsıp dese ki:“Senin başka arkadaşların da yok mu? Tanışalım, ulaşalım.” Rehberin tarifindeki gibi bir hayata tevessül etsek…Başka hayatların ahlakına bekçilik edeceğimize, kendi ahlakımıza baksak…Geride kalmış, feryat eden insanlara çemkirmeden, “kesin bir art niyeti vardır” demeden cevap vermeden yolumuza devam edebilsek… Cenaze evine gelip “Bir tabak daha pilav var mı?” diyene “Ya sabır” desek de, “Burası cenaze evi, davranışın doğru değil” demeyi bile seviyesizlik görsek…Ama her şeyden önce bu “sanal lağım” diye tabir ettiğim mikroblog sitesinde bu kimlikle olamayacağımızı anlasak… Hâlâ kalıp vakit öldürmek ve malayani için kullanmak istiyorsak da derin hayallere kapılmasak, ederi kadar kıymet versek ki sonra olmayınca 15. kattan beton zemine düşer gibi kırmasak ruhumuzdaki tüm kemikleri…


Ayranımız zaten döküldü, bari bir de bunu hergün hergün kendi kendimize yankılandırmasak...

Belki de hepimizin artık kavgasız gürültüsüz iletişime ihtiyacı vardır vesselam...

hadsizliğime verin


(Yazımın içeriğinde de yazdığım gibi, temennide bulunduğum kimseler; dünyanın her yerine nefes olan o bir bardak suyun, bu sitede kendisini unutan ve her gün yeni bir hayal kırıklığıyla ruhunu heder eden o son damlasıdır. Tartışma ve kavgalardan beri durup uzaktan izleyen, ağzı dualı kimseler müstesnadır.)

 
 
 
  • Writer: Ahmet Sami
    Ahmet Sami
  • Mar 30
  • 2 min read

İçine doğduğumuz dünya, gözümüzü açtığımız sokaklar, umutlarımızı yeşertmeye çalıştığımız şehirler… Zamanla öyle bir hâl aldı ki, her geçen gün bir öncekinden daha ağır bir yük bindirdi omuzlarımıza. Şiddet sıradanlaştı, adalet kayboldu, vicdan sustu. Zulüm, zalimin pervasızlığıyla büyüdü; insanlık onuru ayaklar altına alındı. Bir zamanlar tarih kitaplarında okuduğumuz karanlık devirler, şimdi bizim gerçekliğimiz oldu.


Kardeş kardeşi duymaz oldu. Mazlumun feryadı göklere yükseldi ama yeryüzü sağır kesildi. Zindanlar, yalnızca suç işleyenleri değil, bir fikir taşıyanları, bir hakikati savunanları, vicdanını satmayanları doldurdu. Gözlerini dünyaya yeni açan bebekler, demir parmaklıkların soğuk gölgesinde büyümeye mahkûm edildi. Hastalar çaresizlik içinde kıvrandı; zayıf düşmüş bedenleri adaletsizliğin birer kurbanı oldu. Gençler, hayallerinin peşinden koşmak yerine sürgün yollarına düştü. Yeryüzünün bir yanında insanlar sırf düşündükleri için, bir kitap okudukları için, doğru bildiklerini söyledikleri için cezalandırıldı. Bir diğer köşesinde açlık ve yoksulluk, hayatları sessiz sedasız yutmaya devam etti.


Ve işte böyle bir dünyanın ortasında, takvimler bir bayram gününe işaret ediyor. Oysa gönüller bayram etmeye takat bulamıyor. Hüzün, sevinçten büyük. Bu günler, bize Muharrem’in 10'u gibi. Acının, adaletsizliğin, mazlumiyetin ağır bastığı; gözyaşının sevinçten daha çok aktığı zamanlar… Ancak Allah’ın bayram kıldığı bir gün bugün. Ve biz, O’nun hatırına, O’nun emrine uyarak bayram etmeli, bayram kutlamalıyız. Bu bayram, dualarımızda kaybolan adaleti arayacağız. Bu bayram, içimizi kanatan zulümlere karşı direncimizi yenileyeceğiz. Bu bayram, bizi biz yapan değerleri hatırlayacağız.


Tutsak edilenlere, hastalara, sürgünlere, mahkûm edilen bebeklere, yoklukla mücadele edenlere, açlık çekenlere, adaletsizliğe maruz kalanlara, dünyanın dört bir yanında mağduriyetin soğuk yüzüyle karşılaşan tüm dostlara selam olsun! Bugün belki ellerimiz onların yaralarına dokunamıyor, zincirlerini kıramıyor, sürgün yollarını kısaltamıyor; ama dualarımız, sevgimiz, kalplerimiz onlarla!


Rabbim, zulmü ortadan kaldıracak bir sabah nasip etsin. Zulmün sahiplerini kendi zulümleriyle imtihan etsin. Mazlumları, sabredenleri, direnenleri en güzel mükâfatlarla sevindirsin. Dualarımız, elimizden gelenler kadar güçlü olsun. Umudumuz, hiçbir şeyin sonsuza kadar sürmeyeceğini hatırlatsın.


Bu duygularla, Allah hatırına, bayramımız mübarek olsun!



 
 
 
  • Writer: Ahmet Sami
    Ahmet Sami
  • Dec 29, 2024
  • 2 min read

Gassal dizisinin bir sahnesini izlerken, rahmetli babamı düşündüm. Babam diyaliz hastasıydı. Diyaliz seanslarının bitimine yakın, işten erken çıktığım günlerde yanına gider, kafamı kapıdan usulca uzatırdım. Gözleriyle beni gördüğünde yüzüne bir sıcaklık yayılır, ama hemen ardından kendini toparlayarak belli etmemeye çalışırdı. Çıkışta çok halsiz olurdu. Serviste hep elini tutardım; o elleri soğuk, ama içimi ısıtan o elleri...

Dünyanın birçok yerinde diyaliz için farklı yöntemler uygulanıyor, ama babam Türkiye’de yaygın olan klasik metotla tedavi görüyordu. Haftada üç gün, diyaliz merkezine servisle götürülürdü. Bu yolculuk, onun için zor ve yıpratıcı bir rutindi. Bilenler bilir; diyaliz hastalarının çoğu serviste taşınır, ziyaretçi pek olmaz. Sterilizasyon kurallarına aykırıdır. Ama ben yine de gitmek isterdim. İzin verilen son noktaya kadar sokulurdum. Bazen de hemşirelerden rica eder, üzerimi değiştirip diyaliz odasına girerdim. Babamın yanına oturur, ellerini tutar, üşüyen ayaklarını ısıtırdım. Ona orada olduğumu hissettirmek için ne yapabilsem yapardım.

Ama her servisten inip evimizin kapısına geldiğimizde, gözlerini kaçırarak bir şey söylerdi:

“Gelme bir daha, oğlum…”“Gelme bir daha! Hem her zaman gelemezsen üzülürüm, beklerim. Hem de... yapayalnız, kimsesiz hastalar var. Onlar dört saat boyunca gözlerini kapıya dikip duruyorlar. Sen gelince içim içime sığmıyor, seviniyorum. Ama sevincimi göstermekten utanıyorum. Çünkü diğer hastalara üzülüyorum… Onların kimseye nasip olmayan sessiz bekleyişleri içimi acıtıyor. Ne olur, gelme!”

Bu sözler her defasında kalbime bir bıçak gibi saplanırdı. Babam haklıydı. Kimsesiz hastaların gözü hep kapıdaydı. Belki bir mucize olur, biri gelir diye bekliyorlardı. Oysa o kapılar çoğu zaman yalnızca sessizlikle açılır, kapanırdı.

Bugün Gassal dizisinde, parmağı kanadığı için hastaneye neredeyse sülalesiyle gelen birini görünce yine aynı acı hatıralar zihnimde canlandı. Yanı başındaki kimsesiz hastaların yüzleri, çaresizce kapıya bakan gözleri… İçimde, babamın sözleri yankılandı:

“Kimseyi yalnız bırakma…”

Unutmayın, bir hastayı ziyaret ederken yalnızca kendi yakınızla ilgilenmeyin. Eğer mümkünse, bir köşede sessizce bekleyen yalnız bir hastaya da “Nasılsınız?” demeyi ihmal etmeyin.



Allah kimseyi, hasta yatağında, gözlerini kapıya dikmiş halde bekletmesin…

 
 
 

© 2035 by Lemon Squeezy. Powered and secured by Wix

bottom of page